Diglossia: Dilin Varoluşsal İkilemi
Bir dil, sadece kelimelerden ibaret değildir. O, bir kültürün, bir toplumun düşünsel dünyasının yansımasıdır. Bir dilin evrimi, toplumsal yapının, düşüncenin ve bireyin değişimlerine paralel olarak şekillenir. Ancak, dilin varoluşsal bir ikilemi vardır: aynı kelimeler, farklı bağlamlarda farklı anlamlar taşıyabilir. Bu, özellikle “diglossia” adı verilen bir dil olgusunun varlığında daha da belirginleşir. Peki, diglossia nedir ve dilin varoluşsal ve epistemolojik boyutlarında hangi derinliklere iner?
Diglossia’nın Tanımı ve Temel Özellikleri
Diglossia, kelime anlamı olarak “iki dilin varlığı” anlamına gelir, ancak dil biliminde çok daha derin bir kavramı ifade eder. Genellikle, toplum içinde bir yüksek (formel) dil ve bir düşük (gündelik) dilin eş zamanlı olarak kullanılması durumu olarak tanımlanır. Yüksek dil, edebiyat, eğitim, bilim ve resmi yazışmalar gibi alanlarda kullanılırken; düşük dil, günlük konuşma dilinde, halk arasında ve yerel yaşamda kullanılır. Örneğin, Arapça, Yunan dili ve hatta bazı Avrupa dillerinde görülen bu yapı, toplumun dilsel çokkatmanlılığını ve dilin sosyal işlevini gözler önüne serer.
Bu fenomen, sadece dilin sosyal yapısı ile değil, aynı zamanda toplumun düşünsel ve ontolojik yapısıyla da ilişkilidir. Felsefi olarak bakıldığında, diglossia, dilin tek bir gerçekliğe mi hizmet ettiği yoksa çoklu gerçekliklere mi açıldığı sorusunu gündeme getirir. Yüksek dil ve düşük dil arasındaki fark, dilin her iki düzeyinin de ayrı bir gerçeklik inşa etmesiyle sonuçlanır. Bu durumda, bir dilin “gerçekliği” her iki dilin varlığı arasında sürekli bir gerilim yaratır.
Etik Perspektif: Dil ve Adalet
Dil, yalnızca iletişim aracından ibaret değildir. Dilin şekli ve kullanımı, toplumsal hiyerarşilerin ve güç ilişkilerinin bir yansımasıdır. Diglossia’nın etik boyutunda, düşük dilin küçümsenmesi ve yüksek dilin egemen olması, toplumsal eşitsizlikleri pekiştiren bir rol oynar. Yüksek dilin, eğitimli elitler tarafından kullanılıyor olması, düşük dilin ise marjinalleşmiş gruplar tarafından konuşulması, toplumsal bir adaletsizliği de barındırır. Toplumun iki dil arasında bu ayrımı yapması, insanları dil yoluyla etiketler, değerlerini belirler ve bazen onları dışlar.
Düşük dilin “gerçek” değerini yitirmesi, o dili konuşanların dışlanmasına, küçümsenmesine veya daha az değerli görülmesine yol açar. Bu etik soruya yanıt ararken, bir dilin değerinin yalnızca kullanım alanına göre mi ölçüleceğini yoksa onun evrensel bir ifade gücüne sahip olup olmayacağını sormamız gerekir. Burada, dilin hakiki varlığını ve değerini anlamak adına, etik bir sorumluluk devreye girer: Düşük dilin de kendine has bir hakikati vardır ve bu hakikat, en az yüksek dil kadar değerli olmalıdır.
Epistemolojik Perspektif: Dil ve Bilgi
Epistemolojinin ışığında, diglossia, bilginin oluşumu ve yayılması süreçlerine nasıl etki eder? Yüksek dil, belirli bir epistemik otoriteye ve bilgi birikimine dayanırken, düşük dil, halkın bilgi pratiklerinin ve deneyimlerinin bir ifadesidir. Bu durum, bilgiye ulaşmada bir ayrım yaratır. Yüksek dilin dünyasında, bilginin daha sistematik ve teorik bir şekilde şekillendiği düşünülürken; düşük dilde bilgi, daha pratik ve gündelik bir deneyime dayanır.
Ancak bu ayrım, epistemolojik bir sorun yaratır: Bilginin hangi dilde “gerçek” olarak kabul edileceği sorusu ortaya çıkar. Yüksek dilde inşa edilen bilgi, daha soyut ve genel geçer olarak kabul edilse de, düşük dildeki bilgi, yerel ve somut deneyimlerden türemektedir. Peki, hangisi daha gerçek? Hangisi daha hakiki bilgi sunar? Epistemolojik olarak, diglossia bize bilgi ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi tekrar düşünmemizi önerir. Bilgi, yalnızca yüksek dilde mi bulunur yoksa düşük dildeki deneyim ve anlatılar da eşit derecede bilgi taşır mı?
Ontolojik Perspektif: Dilin Varoluşu ve İnsan
Ontolojik açıdan bakıldığında, diglossia’nın varlığı, dilin insanın varoluşuyla nasıl bağlantılı olduğunu sorgular. İnsan, yalnızca bir dil aracılığıyla varolmaz; aynı zamanda, birden çok dilin iç içe geçtiği, birden fazla gerçeği inşa eden bir varlıktır. Dil, bir toplumun kültürel ve düşünsel evrimini belirlerken, aynı zamanda bireyin ontolojik kimliğini de şekillendirir. Diglossia, insanın varoluşsal çatışmasını ve çok katmanlı yapısını açığa çıkarır. Birey, farklı toplumsal bağlamlarda farklı dillerle kendini ifade ederken, bu dillerin her biri onun farklı bir “gerçeklik” içinde varolmasına olanak tanır.
Peki, bu dilsel gerçeklikler birbirine nasıl uyum sağlar? İnsan, bir dilin içinde mi varolur, yoksa dilin çoklu katmanları arasında mı kendini bulur? Ontolojik olarak, diglossia, insanın kimliğinin ne kadar çok yönlü ve çok dilli olduğunu gösterir. Bu, bireyin kendi varoluşunu tek bir dil üzerinden anlamasının ötesine geçmesine, çoklu kimlikler ve gerçeklikler içinde şekillenmesine olanak tanır.
Sonuç: Dilin Gerçekliği ve Toplumsal Yapılar
Sonuç olarak, diglossia, sadece dilin iki farklı yüzünü göstermekle kalmaz; aynı zamanda dilin toplumsal, etik, epistemolojik ve ontolojik boyutlarını derinlemesine sorgular. Dil, bir toplumu birleştiren ve aynı zamanda ayıran, birleştirici ve ayrıştırıcı bir güçtür. Her dil, farklı bir gerçeği yansıtarak, insanın içsel dünyasında farklı katmanlar oluşturur. Diglossia, bu katmanların kesişim noktasında bir dilsel gerilim yaratırken, birey ve toplum arasında bir denge arayışına yol açar.
Diglossia, sadece dilsel bir olgu değil, aynı zamanda insanın varoluşunu, bilgiye olan bakış açısını ve etik sorumluluklarını yeniden şekillendiren derin bir felsefi mesele olarak karşımıza çıkar. Peki, bizler bu iki dilin geriliminde, hangisinin gerçeği daha doğru ifade ettiğini, hangisinin daha hakiki olduğunu anlayabiliriz? Ve dilin bu çoklu kimlikleri arasında, kendimizi nasıl tanımlarız?